1) Cumhuriyetçilik
         Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öge, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.
Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir.
Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleÅŸmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiÅŸ her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika BirleÅŸik Devletleri’nin kurulması ile doÄŸmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra yayılmaya baÅŸlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden kafalarında kurmuÅŸ ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın sonuna doÄŸru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaÅŸlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuÅŸ ve iÅŸlemeye baÅŸlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaÅŸatmak, seçimin demokrasi ÅŸartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, iÅŸte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleÅŸir.
Osmanlı İmparatorluğu, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilanı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir.
Atatürk, bir cumhuriyet aşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi aÄŸzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padiÅŸahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereÄŸini söyleyebiliyordu. Hele milli mücadeleye baÅŸlarken bunu açıkça belirtmiÅŸti. Erzurum Kongresi’nin açılacağı günlerde yakın arkadaÅŸlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aÅŸamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuÅŸtuk. KiÅŸisel saltanata son verildi.
Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde iÅŸleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: “Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluÄŸu, düşünce eÄŸitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluÄŸa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Åžu duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını saÄŸlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiÅŸ meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet, vekillerinden hoÅŸnut kalmazsa baÅŸkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaÅŸkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliÄŸin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiÄŸini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceÄŸini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliÄŸi, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Åžu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, milli egemenlik ilkesine uygun deÄŸildir”.
Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.
Atatürk, belli kiÅŸilerin seçimle iÅŸ başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan FaÅŸizm ile, milletin tümüne deÄŸil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliÄŸini reddeden BolÅŸevizm’e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliÅŸtiÄŸi bir dönemde millet egemenliÄŸine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya baÄŸlı kalması, yalnız bizim için deÄŸil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır.
Atatürk’e göre, “Türk Milleti’nin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir.” Atatürk, demokrasinin Osmanlı saltanatı içinde yeÅŸeremediÄŸini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleÅŸip geliÅŸebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılabının baÅŸ ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten baÄŸlılık, yücelme yolunu aÅŸmanın baÅŸ ÅŸartıdır.
Atatürk’ün Cumhuriyetçilik ile ilgili bazı sözleri
– “Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.” (1924)
– “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet ÅŸekli demektir.” (1933)
– “Cumhuriyet, yüksek ahlaki deÄŸer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.” (1925)
– “Bugünkü hükümetimizin, devlet teÅŸkilatımızın doÄŸrudan doÄŸruya milletin kendi kendine, kendiliÄŸinden yaptığı bir devlet ve hükümet teÅŸkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmiÅŸteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir.” (1925)
2) Milliyetçilik
         Ait olduÄŸu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diÄŸer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diÄŸer kuÅŸaklara da yansıtmaya “milliyetçilik” denilir. Åžu tanıma göre milliyetçiliÄŸin en önemli öğesi “millet” olmaktır. Öyle ise millet nedir?
Bir insan topluluÄŸuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluÄŸun millet sayılabilmesi için ırk birliÄŸi yeter. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi. Bazılarına göre ise millet olmanın baÅŸ ÅŸartı aynı dili konuÅŸabilmektir. Bu da her zaman doÄŸru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre’de üç ayrı dil konuÅŸulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuÅŸan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuÅŸtukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.
Kimileri de millet olmanın baÅŸ ÅŸartı olarak din birliÄŸini kabul ederler. KuÅŸkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeÅŸitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya’da, Amerika’da yan yana yaÅŸamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır.
Öyle ise sayılan bütün bu ÅŸartlar bir insan topluluÄŸunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaÅŸayan insanların millet olması için ilk ÅŸart, ortak bir geçmiÅŸe, kader birliÄŸine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir iliÅŸkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir insan topluluÄŸunun millet sayılabilmesi için “zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaÅŸamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleÅŸtirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiÅŸ, birlikte aynı ümitleri beslemiÅŸ olmaya” ihtiyaç vardır, iÅŸte bu ana ÅŸartları taşıyan bir insan topluluÄŸu millet sayılır. Gene Atatürk’e göre, bu ÅŸartların doÄŸal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliÄŸi millet olmanın baÅŸ ÅŸartı deÄŸildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine baÄŸlayan ana dilin, pek çok millette tek olduÄŸunu da unutmamak gerekir.
Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkan da yoktur. Özellikle Anadolu’daki Türk toplulukları baÅŸka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaÅŸmış durumdadırlar. Anadolu’nun uygarlıkları birbirine baÄŸlayan bir baÄŸ olması bu sonucu doÄŸurmuÅŸtur.
Atatürk’ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk’e göre bir milleti baÅŸka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkanları çerçevesinde kendini diÄŸerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaÅŸamak zorundadır, iÅŸte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliÄŸinin amacı, Türk’ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.
Atatürk’e göre, “asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir ÅŸey, diÄŸer bir millet için felaket olabilir. Aynı sebepler ve ÅŸartlar birini mutlu ettiÄŸi halde, diÄŸerlerini mutsuz kılabilir”, öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi deÄŸerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. “Türk milliyetçisi, geliÅŸme ve ilerleme yolunda ve uluslararası iliÅŸkilerde bütün çaÄŸdaÅŸ milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız kiÅŸiliÄŸini koruyacaktır. Türk milliyetçisi diÄŸer milletlerin hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diÄŸer milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduÄŸu zaman kullanacaktır”.
Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk’ü görür. Ona göre, “Dünya yüzünde Türk’ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiÅŸtir”. Atatürk, tarih alanındaki olaÄŸanüstü çalışmalarıyla Türk’ün geçmiÅŸini aydınlatarak bu görüşe eriÅŸmiÅŸtir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliÄŸin önde gelen öğelerindendir; “Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve ÅŸart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür”.
Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise “Memleketi doÄŸu ve batı diye ikiye ayırmak doÄŸru deÄŸildir”. Çünkü yurdumuz kutsaldır. “Yurt toprağı, sana her ÅŸey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaÅŸatmak için feyizli kalacaksın”.
Atatürk’ün Türk milliyetçiliÄŸi üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduÄŸu en büyük, en görkemli devletlerden Osmanlı İmparatorluÄŸu’nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doÄŸmasına imkan vermemiÅŸtir.
Osmanlı İmparatorluÄŸu’nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeÅŸitli uluslar yaÅŸardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler, kendi yaÅŸama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliÅŸtiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak bunları belli bir millete baÄŸlı olma bilinci içinde deÄŸil, belki toplumsal bir zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik deÄŸil, din idi. Her millet mensup olduÄŸu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.
XVII. yüzyıldan itibaren Batı’da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliÄŸi doÄŸurmuÅŸtur. Batıda, çeÅŸitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diÄŸerinden farklı olduÄŸunu görmüşler, insanları dinin deÄŸil, milliyetin ilk planda birbirine baÄŸlamasının akla uygun olduÄŸunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı’da geliÅŸerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilali ve onu izleyen büyük inkılapla, milli devlet ve dolayısıyla milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya baÅŸladı.
Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felaketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluÄŸu için önem taşıdı, imparatorluk sınırları içinde yaÅŸayan ve Türk olmayan çeÅŸitli uluslar bağımsızlık isteÄŸi ile ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede yaÅŸayan herkesi “Osmanlı” ilan ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu deÄŸildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün deÄŸildi. Nitekim ülkede yaÅŸayan uluslar birer ikiÅŸer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı.
Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırları içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.
Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşı’nda, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir.
Atatürk, yeni Türk Devleti’ni kurduÄŸu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı İmparatorluÄŸu tarihe karışmıştı. Anadolu’da ve DoÄŸu Trakya’da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansı’nda Türkiye’de yaÅŸayan Rumları Yunanistan’a yollamayı baÅŸarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye’de en yüksek oranda çoÄŸunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiÄŸi gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle saÄŸlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.
Atatürk, yaÅŸadığı sürece hep Türk milliyetçiliÄŸini geliÅŸtirmeye çalışmıştır. “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözü, milletimiz yaÅŸadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.
Atatürk’ün Milliyetçilik ile ilgili bazı sözleri
– “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir.” (1930)
– “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (1923)
– “Biz doÄŸrudan doÄŸruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur.” (1923)
– “Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle iÅŸbirliÄŸi yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliÄŸimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik deÄŸildir.” (1920)
3) Halkçılık
         Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu bakımdan halkçılık ilkesi hem cumhuriyetçilik, hem de milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.
Atatürk’e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeÅŸitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır. Halkçılık, cumhuriyetçiliÄŸin doÄŸal bir sonucudur denildi ki, bu çok doÄŸrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır. Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliÄŸin de bir sonucudur. Millet halktan oluÅŸtuÄŸuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluÄŸu için çalışmak, ortak geçmiÅŸe ve geleceÄŸe halkla birlikte baÄŸlanmak demektir.
Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir. Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur.
Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.
Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar.
Atatürk’ün Halkçılık ile ilgili bazı sözleri
– “İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceÄŸine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiÅŸtir.” (1921)
– “Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir.” (1921)
– “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluÅŸmuÅŸ deÄŸil, fakat kiÅŸisel ve sosyal hayat için iÅŸbölümü itibariyle çeÅŸitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir.” (1923)
4) Laiklik
         Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılabının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılabı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır.
Laikliğin kısa tanımı, devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekasının önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yaşayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.
Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlakı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlaklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.
Çok ileri ve üstün bir din olan İslamiyet, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiÅŸtîr. Hazreti Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanlık hızla geliÅŸti. Büyük İslam bilginleri, ilk çağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aÅŸamalar yaptı. Tanrı’nın insanlara doÄŸru yolu görmesi için akıl verdiÄŸini söyleyen bilginler, İslam dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aÅŸağı yukarı üç yüz yıl Tanrı’nın gösterdiÄŸi yolda geliÅŸmiÅŸtir. Akla dayanan bu geliÅŸme sırasında İslam Hukuku da günlük hayata uydurulmuÅŸtur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu geliÅŸme durdu, İslam dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile deÄŸil, sadece inançla yaÅŸamak gerektiÄŸini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaÅŸtı, İslam dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliÅŸtirmekteydiler.
İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslam dünyasında durgunluk baÅŸlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslam dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslamiyet’i Anadolu’ya ve Balkanlar’a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruÄŸunda iken Batı’da da akıl çağı baÅŸlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrı’nın insanlara verdiÄŸi en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı’da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya baÅŸladı. Burada hemen ÅŸunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiÅŸtir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doÄŸmasına yol açtı. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkanı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye baÅŸladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilali ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama aynı zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduÄŸu esası konuldu.
Osmanlı İmparatorluÄŸu’nun bu geliÅŸmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslamiyet’in parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleÅŸtirmiÅŸtir. Ama İslamiyet’in inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır.
Atatürk kesinlikle dinsiz deÄŸildi. Åžu sözleri söyleyen Atatürk’ün dinsiz olduÄŸu, laiklikle dinsizliÄŸi getirdiÄŸi söylenebilir mi?
“Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doÄŸal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuÅŸtur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur… Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenab-ı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuÅŸtur… İnsanlara feyz ruhu vermiÅŸ olan dinimiz akla, mantığa, gerçeÄŸe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir… Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’tır… Dinime, gerçeÄŸin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum”. Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiÅŸtir.
Atatürk’ün akla uygun bir uygulama istediÄŸini belirten ÅŸu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: “Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; Müslümanların kafirlere tutsak olmasını istemek deÄŸil de nedir?”
“Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve ÅŸerefini korumalarını buyuruyor… Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi ÅŸeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi ÅŸey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o ÅŸey dinîdir. EÄŸer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduÄŸu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı”.
Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doÄŸacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: “Masum halka beÅŸ vakit namazdan baÅŸka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?” Atatürk’ün yıllarca önce söylediÄŸi bu sözler ne kadar düşündürücüdür.
Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkanı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha önce de belirtildiÄŸi gibi inançlar çeÅŸitlidir. Herkesi bir doÄŸrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu her ÅŸeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaÅŸlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur’an “dinde zorlama yoktur” diyor. Bundan baÅŸka Kur’an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiÅŸtir.
Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.
Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beÅŸinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduÄŸu gerçeÄŸini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiÅŸtir. Din eÄŸitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiÅŸtirmeye hız verilmiÅŸtir. Hiçbir dönemde Anadolu’da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.
Türk milleti ve devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur.
Atatürk’ün Laiklik ile ilgili bazı sözleri
– “Laiklik, yalnız din ve dünya iÅŸlerinin ayrılması demek deÄŸildir. Bütün yurttaÅŸların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir.” (1930)
– “Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın geliÅŸmesi imkanını temin etmiÅŸtir.” (1930)
– “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı deÄŸiliz. Biz sadece din iÅŸlerini, millet ve devlet iÅŸleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.” (1926)
5) Devletçilik
         XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkanlarına kavuşmak için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:
Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim işlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir.
Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir.
Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında devlet, ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.
Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez.
Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir.
Ancak bilindiÄŸi gibi, hızla sanayileÅŸme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluÅŸları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doÄŸdu. Devlet pek çok sanayi iÅŸletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliÅŸtirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kiÅŸileri başıboÅŸ bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaÅŸ, üretim iÅŸini birlikte düzenlediler. Bu iÅŸbirliÄŸi sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmiÅŸti. Son araÅŸtırmalar, Türkiye’nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiÄŸini göstermektedir. 1929 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939’da Türkiye’de 196’ya eriÅŸmiÅŸtir. Dünya ortalaması ise 119’dur. Bu geliÅŸme tablosunda Türkiye’nin yeri, Rusya ve Japonya’dan sonra gelmektedir. Böylece 1927’de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına raÄŸmen, 1939’da 1625’e yükselmiÅŸtir.
Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye’nin 1939 yılına kadar saÄŸladığı bu geliÅŸme Atatürk’ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel giriÅŸimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.
İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine bu geliÅŸme durdu. SavaÅŸ sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde iÅŸletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik hayata bir kargaÅŸa geldi.
Atatürk’ün baÅŸ ilkelerinden devletçilik, Türkiye’yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiÄŸi gibi uygulanabilsin.
Atatürk’ün Devletçilik ile ilgili bazı sözleri
– “DevletçiliÄŸin bizce anlamı ÅŸudur: KiÅŸilerin özel teÅŸebbüslerini ve ÅŸahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniÅŸ bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok ÅŸeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak.” (1936)
– “Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin geliÅŸmesi için genel ÅŸartları göz önünde bulundurmalıdır.” (1930)
– “Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboÅŸ deÄŸildir.” (1937)
6) İnkılapçılık
         İnkılap, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılaplar görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk milleti de tarihteki en önemli inkılaplardan birini gerçekleştirmiştir.
Bir toplumda durup dururken inkılap yapılmaz, inkılapların tarihten gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın önemli devletlerinden birini kurmuÅŸlardı. Bu devlet yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı’da geliÅŸen akıl ve bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleÅŸmeye baÅŸladı. Çok uluslu bir yapıda olduÄŸundan milli bir birlik kuramadı. Devleti kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde deÄŸiÅŸiklikler yaptılar. Oysa yapıyı deÄŸiÅŸtirmek gerekti ve bu kaçınılmazdı.
Birinci Dünya Savaşı sonu yenilgi ve parçalanma, Atatürk’e, Türk milletini bir araya getirip mücadele etme ve yapıyı yenileme düşüncesini ve bunu gerçekleÅŸtirme azmini vermiÅŸtir. Eski yapıyı yeniden kurmak mümkün olmadığı için ard arda büyük inkılaplar yapılmıştır.
Atatürk’e göre “İnkılap milletin esenliÄŸi için halk adına yapıldı”. “Yaptığımız ve yapmakta olduÄŸumuz inkılapların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir”. Öyleyse inkılap, modernleÅŸme ve çaÄŸdaÅŸ uygarlık düzeyine ulaÅŸmak için yapılacaktır. Gerçekten, gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılapçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.
Türk Milleti iyiye, doÄŸruya, güzele daha fazla yaklaÅŸmak, bunlara eriÅŸmek için inkılapçılığa baÄŸlı ve tam bir inkılapçı olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılapçılık nedir? Atatürk’e göre, “Gerçek inkılapçılık onlardır ki, ilerleme ve yenileÅŸme inkılabına sevk etmek istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eÄŸilime nüfuz etmesini bilirler”.
Demek ki, inkılapçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda yönlendirecektir. Atatürk inkılabını sürdürebilmek, inkılapçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman duymakla, hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur.
Türk inkılabının üstün ve yüce amacını her zaman kavramaya çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik yolunda ileriye doÄŸru gidilecektir, iÅŸte Atatürk’ün temel ilkelerinden biri de budur. Türk inkılabının korunması, geliÅŸtirilmesi ve ilerletilmesi ÅŸarttır. Atatürk bundan emindi ve şöyle diyordu: “İnkılabın hedefini kavramış olanlar, daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır”.
Evet, bu özlü sözlerin ışığında, bilinçli inkılapçılık Türk milletinin geleceği olmalıdır.
Atatürk’ün İnkılapçılık ile ilgili bazı sözleri
– “Yaptığımız ve yapmakta olduÄŸumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çaÄŸdaÅŸ ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaÅŸtırmaktır.” (1925)
– “Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çaÄŸdan alıp yeni bir çaÄŸa götürdük.” (1925)